brüksel'de o kadar kısa süre kaldım ki sanırım üstüne konuşabilmek için bir kez daha gitmek veya konuşmamak gerek ama birası tatmaya değerdi evet!
seyyah
bu bir ''jurnal'' dir. geri döneceğim yer yine aynı olacağından, göreceksiniz bu bir ''çember'' dir.
21 Haziran 2010 Pazartesi
brüksel
brüksel'de o kadar kısa süre kaldım ki sanırım üstüne konuşabilmek için bir kez daha gitmek veya konuşmamak gerek ama birası tatmaya değerdi evet!
I amsterdam
berlin'den trenle amsterdam'a geldiğimizde ilk iş dışarı çıkıp bir sigara sardım,sezgi de benle sararken bi adam ve köpeği ile tanıştık.sahi bize mail adresini vermişti ama kim bilir nerde şimdi! biraz yürüdükten sonra amsterdam'a girdiğimizde aklımda amsterdam'a ilişkin zevk kenti gibi bir imaj doğuverdi...yüksek şatafatlı binalar,bozuk para atınca yemek veren küçük kutular (otomat işte ney?!), bir sürü bisiklet...derken 3-4 gün içinde amsterdam'ın aslında ne küçük ne sevimli ne sıradan bir köy oldugunu görüverdim.
belki bazıları için hala o zevk kenti olma özelliğini koruyordur ama benim için ufak bir köyden öteye gidemedi.
altından sarı yeşil su akan,içinde bembeyaz kazların yüzdüğü kanalları örten köprüleri aşıp,yel değirmenli sokaktan girince bir üniversite kampüsü karşıladı bizi.(ve tanrım inanılmaz yakışıklı erkekler!) bir binaya girip aegee nin çalışma odasına girdiğimizde dışarıdaki o soğuk ciddi harvard havası yerini ortaokul eğlencesi renklerine bırakmıştı...bir langırt masası,posterlerle bezenmiş duvarlar...bir masada oturan ve uzo içen 2 yunan,bir koltuk takımına konuşlanmış 5-6 türk ve etrafta mutlu görünmeye çalışan tedirgin hollandalılar,neşeli sohbetlerine ellerindeki biralarla kokteyldeymiş gibi devam eden avrupalılar...
önce bir yere oturup biraz gözlemledim,bir kaç kişiyle muhabbetler ettim,arasıra sıkılıp dışarıda sigara içtim...bir ara o yunanlılardan biri -ki kendisi kyriakos! ile konuşma fırsatım oldu ona selanik maceramı anlatıp atina ya da gelmek istediğimi söyledim,geldiğimde havaalanında beni kırmızı halıyla karşılayacakmış!(:
(daha sonra bir italyan'a pizza ya gelmek istediğimi söylediğimde iyi gel güzel bir yer falan demişti sadece)
çıkıp dolaşalım dedik en sonunda ve red light'a geldik!

bir iki arkadaş hem şaka yollu hem de biraz ciddi olarak kızlarla konuşup fiyat aldı (20 euro) o sırada ben de etrafı fotograflarken bu fotografı çektiğimi gören bir redligt kızı elleriyle suratımı ezeceğine dair bir işarette bulundu..korkup bir süre gizli çekim modlarında takıldım...
önceleri kızlarla aramda bayaa mesafe varken gezmeye başaldıkça sokaklar daralıyor kimi zaman sadece kız değil,içeri bakıp sevişen erkek silüeti görme fırsatı(!) da buluyordum. magic mushroom satan dükkanlardan yayılan marihuana kokuları her ne kadar davetkar olsa da girmedim.
an geldi red light bitti ben yeniden farklı bir dünyadaydım.
anlamıştım ki amsterdam sadece belli bir ruhu olan bir şehir olmaktan ziyade bir çok ruhu aynı anda yaşatan ve geçişleri başarılı olan bir kulüptü!
derken kalınacak yere gitme sırası geldiğinde,bize kalacağımız süre boyunca kullanacağımız şehir içi tren biletlerinden dağıtıldı. binerken kps okutur gibi trenin kapısında okutuyorsun (çok tatlı) çıkarken de öyle...uzuuun bir yoldan sonra bir alt geçidin altından yürüyp orman yoluna çıktık.
sisili bir orman yolu..ara ara dereler...
sonunda bir izci kampı misali duran büyük bir spor salonuna girdik.yine ortam değişikti...önce insanlar köşelere dağıldı sonra yine ısınma turlarıyla oyunlar başladı.birini pek az tanıyan insanlar,duydukları isimler hakkında nasıl biri olduguna ilişkin eglenceli tahminlerde bulunuyorlardı...çocukça olsa da cinsel atıflar tat getiriyordu;belki de en çocukça kısmı buydu..yok yok sonradan oynanan sandalye kapmaya çalışıp birbirinin bacakalrına dolanmaya benzer oyun sanırım daha çok cinsel içerik ve çocukluğu bir arada barındırıyordu,ama kimsenin rahatsız olduğu yoktu...
uyku için bir muhteşem tulum bir de şişme deniz yatağı verildi bana,macar çocuk miklos'un yanındaki boşluğa yerleştim uyandığımda görmek istediğim güzel yüz o oldugu için ancak şişme yatağın ortasını şişrmeyi unuttuğum için bütün gece popomun üşüyen kısımlarını değiş tokuş etmek için dönüp durdum,ertesi gece için yeni bir yer buldum.
sabah çıkıldı,
biraz yüründü, yürürken bu manzaraya rastlandı ki kendisi her şeyi anlatıyor,kampüse varıldı,konferanslara girildi,bir çok şey öğrenildi medyanın hayatımızdaki yerine dair.sonra o öğrenilen şeyler girilen coffee shop'larda bir bir silindi...
önce bir tutam big budha bişiy alındı bir kaç sarma kağıdı sonra o sarıldı ve diğer arkadaşlara ikram edilerek onlarınkinden tadıldı.
başlarda ele alınan sigaranın adı sanı sorulurken bir süre sonra kafalar o kadar güzel oldu ve muhabbet o kadar samimileşti ki su gibi akan zamanın sonuna gelindiğinde biraz geç farkedilmiş olması durumu canı hiç sıkmadı.
bekleyenler biraz sıkılmış olsa da anlayışla karşıladılar,prgramlar yapıldı.sırada su üstünde gezi, sex müzesi,isteğe bağlı olarak gidilebilecek sex tiyatrosu madam tuso müzesi vs. vardı.
su üstünde geziden kasıt,her yanından amsterdamı görebileceğin bir ufak yatla amsterdamdaki bütün su yüzeyinin gezdirilmesi demekti ki bir yandan etraftaki tarihi veya sanatsal önemi olan bina ve mekanlarla ilgili bilgi verilirken bir yandan aslında amsterdamın hiç de o kadar küçük bir yer olmadı ispat ediliyordu.
etrafında tekneler,su üstüne kurulmuş küçük evler,kazlar ve tünel altlarında yaşayan güvercinler olan kıyıda önce bisikletler sonra arabalar ve şık binalar sergileniyordu.sonrası açık deniz!
sex müzesi içine girildiği anda bizi siyah deri fetiş kostümler içinde cansız mankenler ve canlı gibi gelen inleme sesleri karşıladı...
bu mankenlerin bazıları gelen kişiyi algılayıp tepki verebilen (örneğin bir tanesi denzici kostümlü bir manken ve önüne geldiğinizde organını kaldırıp aranızdaki cama işiyor.)
bir kısmı marlyn monroe gibi isimlerin canlandırmaları bir kısmı pornogrofik bir kısmı saf erotik fotograflar.ama gerçek bir sanat!
neyi ne zaman yaptığımızı net hatırlayamasam da fotograflara baktıgımda ''aa bunu da yapmışız'' diyorum..mesela film ler çektik...4er bölümden oluşan 4filmdi bunlar,ayrı ayrı sahneler çekliyor birbirinden bağımsız,sadece kalınan yer hakkında biraz bilgi veriliyor ve ekipler çerçevenin dışına taşmamaya özen göstererek bu filmleri tamamlıyordu..hala filmleri tam olarak izleyemesem de bir sahnede red light kızları yerine genç erkeklerimizi vitrinlediğimizi,bir ara hollandalı kızıl şekerin başörtüsü altına girdiğini,bir ara cansunun sahne sonunda şemsiyesi altında çok değişik bir cümle söylediğini ve bizim katlar arasında koşuşturduğumuzu hatırlıyorum.
sex theatre'a gelince ücretin 25 eurooldugunu öğrenen arkadaşlar vazgeçtiler biz 5 kişi oyunu izlemeye girdik.oturduğumuzda fark ettik ki bu 5 kişiden 4 ü türk biri yunandı!bu da ülkelerin kültürleri,siyasetleri,tabular vb bir çok konuda bir çok ipucu vermeye yeterli bir farkediş anıydı.içeride fotograf çekmek yasak oldugundan sadece salonun duvarlarına dair gizlice çektiğim bir fotograf sunabilirim:
tiyatro ise tam bir facia: önce orta yaşını geçmiş bir kadın iğrenç vücuduyla striptiz yaparak başlıyor,sonra yarı çıplakken seyircilerin arasında dolanarak kendisine partner arıyor,ama o kadar çirkinki kimseden olumlu cevap alamıyor.
bizim yanımıza geldiğinde kyriakos kadına benim onun kız arkadaşı olduğumu ve izin vermeyeceğimi söyledi ben de sesimi çıkarmadım şimdi olsa yok tatlım buyur derdim eğlence olurdu ama kıyamamışım.derken kadın en sonunda perde kapanana dek bir vibratörle mastürbasyon yapıyor,perde açılıyor bu sefer umutluyuz çünkü karşımızda genç ve güzel denebilecek bir hatun var.fakat bir süre sonra bunun da müzik eşliğinde striptiz den başka bişey olmadığını görüyorsun bundan ziyada göğüslerinin ne kadar küçük ve biçimsiz,kuyruk sokumunun ne kadar derin ve rahatsız edici oldugunu görünce bazı kadınların giyinikken daha güzel oldugu hayallerin gerçeklerden daha tatmin edici olabileceğini yeniden anlıyorsun.derken sahne yeniden açılıyor,kilise müziği gibi bir müzik azrail kılığında bir adam!sanat göreceğim diye ümitleniyorsun ama nerde?bir süre sonra azrail pelerininin altında yine o yaşlı bedenden tanıdığımız üzre ilk kadın çıkıyor ve adama oral sex yapışına tanık oluyoruz.izlemiyor tanık oluyoruz.adam bile zevk alır gibi değil.bir süre sonra yerde,sanki 60yıldır aynı pozisyonda aynı kişiyle sevişirmiş gibi bir zevksizlik abidesi yüz ifadesiyle sevişiyorlar ve perde kapanıyor.bitti mi?25 euro yu bunun için mi verdik demeye bile kalmadan salon terk ediliyor.
akşam yine dönülerek içilen sigaralar arasında değişik değişik bir sürü insanlarla tanışılınıyor,bir çok övgü duyup göğüsler kabartılıyor...haha mc lazy!türk oldugumu öğrenince merhaba dedi bana; şok oldum!tarık'mış adı ama türk değilmiş...birlikte sigara içtiğim adam ertesi gün konferansta bize sunum yaptı; o daha da hoş oldu!hatta en begendiğim seminer de o'ydu.
ilk gidilen coffee shop amsterdam girişine yakın olan,içerisinde reggea müzik çalan şık denebilecek bir mekanken, artık bokunu çıkarmaya karar veren genç tayfa biz
, bu sefer zencilerin işlettiği yine rengarenk olsa da, reggea dan ziyade rap çalan, biraz ürkütücü bir coffee shop a girdik,o kadar gülüp eğlendik ki,işletmeci gelip burası çocuk bahçesi değil diye bizi uyardı.
bir ara gece internet kafeye gidelim dedik uçak bileti bakmak için,hem internet kafe hem coffee shop özelliği olan o cennette sezgi ve ben öyle güzel takıldık ki gece klubüne gittiğimzde sezgi yerinden kalkamadı ben 3 şarkı dinleyip 2 konser dinlemiş kadar eğlenip yoruldum...
takımdan önce kalınan yere dönelim dedik,uzun yol kat ettik ve geldiğimizde kapı duvardı! o soğukta önce insanları aradık ama kimsenin gelmeye niyeti olmadığı gibi telefonumuzu duymaları bile mucizeydi.biz de çareyi trene atlayıp ısınmakta bulduk ama tren bulmak düşündüğümüz kadar kolay olmadı o saatte...dona dona yürüdük,oturduk,yürüdük,trene bindik,ben sezginin kalpağı içinde derin bir uyku bile çektim,derken duraklardan birinde bizimkileri bulduk,trene bindik yatacak yerimize geldik ve uyuduk.mahvolmuştuk.
son gün görev olarak amsterdam'ın belli yerlerinde belli simgeleri bulup fotograflar çekmemiz gerekiyordu,kiminde bisiklet hırsızlarını canlandırıken,kiminde her dinden ibadeti,kiminde lovers'ın önünde sevgi gösterilerini,kızkıza öpüşmeleri,kanallara atlamayı,dünyanın en büyük çiçeğine şaşırmayı vs canlandırdık sonunda gece tüm fotografları izleyip güldük ve
european night'ta
onlarca içkiden tadıp dışarda da onlarca çeşit sigara içip yataga yattığımız anı hatırlayamayacak kadar sarhoş olduk.
son gün mirka ile ki kendisiyle sıradan bir sohbette tanışmış olsak da zamanla ayrılmaz bir ikili haline gelmiştik,iamsterdam'ın önünde fotograf çektirmeye gitmek için oldukça uzun bir yol kat ettik ama istediğimizi elde ettik.picasso müzesininse sadece önünden geçmekle yetindik.
bir gece de artık zman karmaşam o kadar yoğun ki hangisi bilmiyorum; bir arkadaşımızın o bahsettiğim su üstü evinde,yemek yeyip, oyunlar oynadık,öyle bir ev en azından 1 aylığına mutlaka kiralanmalı.
son gecemizde cansu sezgi ben ,judith'in evinde kaldık,sohbet muhabbet derken ben bir şarkı söyledim ve judithin erkek arkadaşının arkadaşı erik (allahım erik gibiydi gerçekten) bana aşık oldugunu söyledi ama ben söylediğim şarkıdan daha çok zevk almıştım sanırım,pek ilgilenemedim kendisiyle,ki sanırım bunda gelmeden sokakta içilen jo'nun da etkisi yadsınamazdı...sabah kalkıp eşyaları toplayıp,trene bindik,yeni durak brüksel'di. 
her şeye rağmen evet muhteşem eğlendim ama her şey çok silik çünkü çok sigara tükettim hatta kek bile yedim.ama hollandalı hiç bir arkadaşımın hayatında coffee shop a uğramamış olması hem bizim bu konuda ne kadar baskıcı oldugumuzun hem de onların bu konuyu nasıl bir turizm aleti haline getirdiğinin en önemli göstergesi idi benim için. şimdi yine olsa yine gider yine sigaramı içer ama daha net fotograflar çeker ve daha çok gezerdim,ki ilerde bir gün yine gideceğimden eminim.
belki bazıları için hala o zevk kenti olma özelliğini koruyordur ama benim için ufak bir köyden öteye gidemedi.
önce bir yere oturup biraz gözlemledim,bir kaç kişiyle muhabbetler ettim,arasıra sıkılıp dışarıda sigara içtim...bir ara o yunanlılardan biri -ki kendisi kyriakos! ile konuşma fırsatım oldu ona selanik maceramı anlatıp atina ya da gelmek istediğimi söyledim,geldiğimde havaalanında beni kırmızı halıyla karşılayacakmış!(:
(daha sonra bir italyan'a pizza ya gelmek istediğimi söylediğimde iyi gel güzel bir yer falan demişti sadece)
çıkıp dolaşalım dedik en sonunda ve red light'a geldik!
bir iki arkadaş hem şaka yollu hem de biraz ciddi olarak kızlarla konuşup fiyat aldı (20 euro) o sırada ben de etrafı fotograflarken bu fotografı çektiğimi gören bir redligt kızı elleriyle suratımı ezeceğine dair bir işarette bulundu..korkup bir süre gizli çekim modlarında takıldım...
önceleri kızlarla aramda bayaa mesafe varken gezmeye başaldıkça sokaklar daralıyor kimi zaman sadece kız değil,içeri bakıp sevişen erkek silüeti görme fırsatı(!) da buluyordum. magic mushroom satan dükkanlardan yayılan marihuana kokuları her ne kadar davetkar olsa da girmedim.
an geldi red light bitti ben yeniden farklı bir dünyadaydım.
anlamıştım ki amsterdam sadece belli bir ruhu olan bir şehir olmaktan ziyade bir çok ruhu aynı anda yaşatan ve geçişleri başarılı olan bir kulüptü!
derken kalınacak yere gitme sırası geldiğinde,bize kalacağımız süre boyunca kullanacağımız şehir içi tren biletlerinden dağıtıldı. binerken kps okutur gibi trenin kapısında okutuyorsun (çok tatlı) çıkarken de öyle...uzuuun bir yoldan sonra bir alt geçidin altından yürüyp orman yoluna çıktık.
sisili bir orman yolu..ara ara dereler...
sonunda bir izci kampı misali duran büyük bir spor salonuna girdik.yine ortam değişikti...önce insanlar köşelere dağıldı sonra yine ısınma turlarıyla oyunlar başladı.birini pek az tanıyan insanlar,duydukları isimler hakkında nasıl biri olduguna ilişkin eglenceli tahminlerde bulunuyorlardı...çocukça olsa da cinsel atıflar tat getiriyordu;belki de en çocukça kısmı buydu..yok yok sonradan oynanan sandalye kapmaya çalışıp birbirinin bacakalrına dolanmaya benzer oyun sanırım daha çok cinsel içerik ve çocukluğu bir arada barındırıyordu,ama kimsenin rahatsız olduğu yoktu...
uyku için bir muhteşem tulum bir de şişme deniz yatağı verildi bana,macar çocuk miklos'un yanındaki boşluğa yerleştim uyandığımda görmek istediğim güzel yüz o oldugu için ancak şişme yatağın ortasını şişrmeyi unuttuğum için bütün gece popomun üşüyen kısımlarını değiş tokuş etmek için dönüp durdum,ertesi gece için yeni bir yer buldum.
sabah çıkıldı,
önce bir tutam big budha bişiy alındı bir kaç sarma kağıdı sonra o sarıldı ve diğer arkadaşlara ikram edilerek onlarınkinden tadıldı.
başlarda ele alınan sigaranın adı sanı sorulurken bir süre sonra kafalar o kadar güzel oldu ve muhabbet o kadar samimileşti ki su gibi akan zamanın sonuna gelindiğinde biraz geç farkedilmiş olması durumu canı hiç sıkmadı.
bekleyenler biraz sıkılmış olsa da anlayışla karşıladılar,prgramlar yapıldı.sırada su üstünde gezi, sex müzesi,isteğe bağlı olarak gidilebilecek sex tiyatrosu madam tuso müzesi vs. vardı.
su üstünde geziden kasıt,her yanından amsterdamı görebileceğin bir ufak yatla amsterdamdaki bütün su yüzeyinin gezdirilmesi demekti ki bir yandan etraftaki tarihi veya sanatsal önemi olan bina ve mekanlarla ilgili bilgi verilirken bir yandan aslında amsterdamın hiç de o kadar küçük bir yer olmadı ispat ediliyordu.
sex müzesi içine girildiği anda bizi siyah deri fetiş kostümler içinde cansız mankenler ve canlı gibi gelen inleme sesleri karşıladı...
bu mankenlerin bazıları gelen kişiyi algılayıp tepki verebilen (örneğin bir tanesi denzici kostümlü bir manken ve önüne geldiğinizde organını kaldırıp aranızdaki cama işiyor.)
neyi ne zaman yaptığımızı net hatırlayamasam da fotograflara baktıgımda ''aa bunu da yapmışız'' diyorum..mesela film ler çektik...4er bölümden oluşan 4filmdi bunlar,ayrı ayrı sahneler çekliyor birbirinden bağımsız,sadece kalınan yer hakkında biraz bilgi veriliyor ve ekipler çerçevenin dışına taşmamaya özen göstererek bu filmleri tamamlıyordu..hala filmleri tam olarak izleyemesem de bir sahnede red light kızları yerine genç erkeklerimizi vitrinlediğimizi,bir ara hollandalı kızıl şekerin başörtüsü altına girdiğini,bir ara cansunun sahne sonunda şemsiyesi altında çok değişik bir cümle söylediğini ve bizim katlar arasında koşuşturduğumuzu hatırlıyorum.
sex theatre'a gelince ücretin 25 eurooldugunu öğrenen arkadaşlar vazgeçtiler biz 5 kişi oyunu izlemeye girdik.oturduğumuzda fark ettik ki bu 5 kişiden 4 ü türk biri yunandı!bu da ülkelerin kültürleri,siyasetleri,tabular vb bir çok konuda bir çok ipucu vermeye yeterli bir farkediş anıydı.içeride fotograf çekmek yasak oldugundan sadece salonun duvarlarına dair gizlice çektiğim bir fotograf sunabilirim:
tiyatro ise tam bir facia: önce orta yaşını geçmiş bir kadın iğrenç vücuduyla striptiz yaparak başlıyor,sonra yarı çıplakken seyircilerin arasında dolanarak kendisine partner arıyor,ama o kadar çirkinki kimseden olumlu cevap alamıyor.
bizim yanımıza geldiğinde kyriakos kadına benim onun kız arkadaşı olduğumu ve izin vermeyeceğimi söyledi ben de sesimi çıkarmadım şimdi olsa yok tatlım buyur derdim eğlence olurdu ama kıyamamışım.derken kadın en sonunda perde kapanana dek bir vibratörle mastürbasyon yapıyor,perde açılıyor bu sefer umutluyuz çünkü karşımızda genç ve güzel denebilecek bir hatun var.fakat bir süre sonra bunun da müzik eşliğinde striptiz den başka bişey olmadığını görüyorsun bundan ziyada göğüslerinin ne kadar küçük ve biçimsiz,kuyruk sokumunun ne kadar derin ve rahatsız edici oldugunu görünce bazı kadınların giyinikken daha güzel oldugu hayallerin gerçeklerden daha tatmin edici olabileceğini yeniden anlıyorsun.derken sahne yeniden açılıyor,kilise müziği gibi bir müzik azrail kılığında bir adam!sanat göreceğim diye ümitleniyorsun ama nerde?bir süre sonra azrail pelerininin altında yine o yaşlı bedenden tanıdığımız üzre ilk kadın çıkıyor ve adama oral sex yapışına tanık oluyoruz.izlemiyor tanık oluyoruz.adam bile zevk alır gibi değil.bir süre sonra yerde,sanki 60yıldır aynı pozisyonda aynı kişiyle sevişirmiş gibi bir zevksizlik abidesi yüz ifadesiyle sevişiyorlar ve perde kapanıyor.bitti mi?25 euro yu bunun için mi verdik demeye bile kalmadan salon terk ediliyor.
akşam yine dönülerek içilen sigaralar arasında değişik değişik bir sürü insanlarla tanışılınıyor,bir çok övgü duyup göğüsler kabartılıyor...haha mc lazy!türk oldugumu öğrenince merhaba dedi bana; şok oldum!tarık'mış adı ama türk değilmiş...birlikte sigara içtiğim adam ertesi gün konferansta bize sunum yaptı; o daha da hoş oldu!hatta en begendiğim seminer de o'ydu.
bir ara gece internet kafeye gidelim dedik uçak bileti bakmak için,hem internet kafe hem coffee shop özelliği olan o cennette sezgi ve ben öyle güzel takıldık ki gece klubüne gittiğimzde sezgi yerinden kalkamadı ben 3 şarkı dinleyip 2 konser dinlemiş kadar eğlenip yoruldum...
takımdan önce kalınan yere dönelim dedik,uzun yol kat ettik ve geldiğimizde kapı duvardı! o soğukta önce insanları aradık ama kimsenin gelmeye niyeti olmadığı gibi telefonumuzu duymaları bile mucizeydi.biz de çareyi trene atlayıp ısınmakta bulduk ama tren bulmak düşündüğümüz kadar kolay olmadı o saatte...dona dona yürüdük,oturduk,yürüdük,trene bindik,ben sezginin kalpağı içinde derin bir uyku bile çektim,derken duraklardan birinde bizimkileri bulduk,trene bindik yatacak yerimize geldik ve uyuduk.mahvolmuştuk.
european night'ta
son gün mirka ile ki kendisiyle sıradan bir sohbette tanışmış olsak da zamanla ayrılmaz bir ikili haline gelmiştik,iamsterdam'ın önünde fotograf çektirmeye gitmek için oldukça uzun bir yol kat ettik ama istediğimizi elde ettik.picasso müzesininse sadece önünden geçmekle yetindik.
bir gece de artık zman karmaşam o kadar yoğun ki hangisi bilmiyorum; bir arkadaşımızın o bahsettiğim su üstü evinde,yemek yeyip, oyunlar oynadık,öyle bir ev en azından 1 aylığına mutlaka kiralanmalı.
her şeye rağmen evet muhteşem eğlendim ama her şey çok silik çünkü çok sigara tükettim hatta kek bile yedim.ama hollandalı hiç bir arkadaşımın hayatında coffee shop a uğramamış olması hem bizim bu konuda ne kadar baskıcı oldugumuzun hem de onların bu konuyu nasıl bir turizm aleti haline getirdiğinin en önemli göstergesi idi benim için. şimdi yine olsa yine gider yine sigaramı içer ama daha net fotograflar çeker ve daha çok gezerdim,ki ilerde bir gün yine gideceğimden eminim.
10 Mayıs 2010 Pazartesi
beril in berlin.
yine istanbul,yine okul,yine konferans salonunda zopzor hukuki sorularla patlatılan kafalar,2gün,bitirir bitirmez kaçış.
akşamında berlin.
hava şartları nedeniyle uçağınız iki buçuk saat rötar yaptı mı hiç?!
schönefeld havaalanında iniş:
acil su içme ihtiyacımı almanya gazlı su ile karşılamaya çalışınca tüm şişmanlık kaynağını açıkladı aslında,tahmin edildiği gibi domuz eti değil susuzluk dedim ama aslında musluktan su içilebildiği için mevzuu o da değilmiş.
bu karacahil yorumlarımı geçersek,ilk olarak alman ari ırkı yaratmayı hedef edinen hitlerin göz zevkini ve estetik anlayışını kendime çok yakın bulduğumu söyleyebilirm çünkü ilk bindiğim otobüsün şöförünün yüzünü hala oldukça net hatırlayabiliyorum.
her yer bembeyaz karla kaplı,tüm yollar açık!(:
her durakta yerin ismi okunuyor,kısık sesle tekrar ediyorum.
indiğim bahnhof'ta gözümü sola çevirdiğimde mevlana bilmemnesi...bir kaç park halinde bisiklet,duvarlarda hattta yürüyen merdivenin basamaklarında grafittiler...

berlin'e çok önceden gitmiş görmüş olanlar bir daha gitmeli.zira berlin duvarını baştan aşağı değiştirip,ayraç işlevini ortadan kaldırıp bir açık hava resim sergisi haline getirmişler.neredeyse her resmin önünde durup fotograf çekmeme rağmen o hafıza kartını mal gibi düşürdüm amsterdam da..ama zaten bu unutkanlık hem bir tek amsterdamda yaşanabilecek kadar büyük bir unutkanlık hem de benzer resimleri google da da görebildiğimiz için küçük...
berlin'in ikinci el dükkanları bir harikaydı!birinde -bi bir çift bot bir çift deri bordo eldiven aldığım- bir türk kadını çalışıyordu ve ordaki her şey üste giyildiğinde önceki sahibin neler yaşamış olduguna dair ilginç hisler veriyordu...bizdekilerde bir çöp olma durumu varken ordakilerde kalite söz konusu.
bir diğerinde de bir çift çizme begendim çok pahalı oldukalrı için giriştiğim pazarlıktan hiç sonuç alamadan çizmelerle çıktım.
her yer bembeyaz ama hala bisikletliler ''pirilipirli'' sesleriyle dolanıyordu etrafta.
büyük bir alışveriş merkezine girdiğimde bir daha hiç bir yabancı şehirde alışveriş merkezine girmemeye karar verdim.
çok sıkıcıydı.gerçekten çok.
berlin genel olarak dilinizi konuşmakta zorluk çekmeyeceğiniz,bir tren haritası ve bir sürelik uyumdan sonra yaşayabileceğiniz bir şehir gibi gözükse de yabancılara karşı çok da samimi davranmıyor.
ve soğuk,o da istanbul gibi yosma olmasa da bir kadın en nihayetinde...
akşamında berlin.
hava şartları nedeniyle uçağınız iki buçuk saat rötar yaptı mı hiç?!
schönefeld havaalanında iniş:
acil su içme ihtiyacımı almanya gazlı su ile karşılamaya çalışınca tüm şişmanlık kaynağını açıkladı aslında,tahmin edildiği gibi domuz eti değil susuzluk dedim ama aslında musluktan su içilebildiği için mevzuu o da değilmiş.
bu karacahil yorumlarımı geçersek,ilk olarak alman ari ırkı yaratmayı hedef edinen hitlerin göz zevkini ve estetik anlayışını kendime çok yakın bulduğumu söyleyebilirm çünkü ilk bindiğim otobüsün şöförünün yüzünü hala oldukça net hatırlayabiliyorum.
her yer bembeyaz karla kaplı,tüm yollar açık!(:
her durakta yerin ismi okunuyor,kısık sesle tekrar ediyorum.
indiğim bahnhof'ta gözümü sola çevirdiğimde mevlana bilmemnesi...bir kaç park halinde bisiklet,duvarlarda hattta yürüyen merdivenin basamaklarında grafittiler...

berlin'e çok önceden gitmiş görmüş olanlar bir daha gitmeli.zira berlin duvarını baştan aşağı değiştirip,ayraç işlevini ortadan kaldırıp bir açık hava resim sergisi haline getirmişler.neredeyse her resmin önünde durup fotograf çekmeme rağmen o hafıza kartını mal gibi düşürdüm amsterdam da..ama zaten bu unutkanlık hem bir tek amsterdamda yaşanabilecek kadar büyük bir unutkanlık hem de benzer resimleri google da da görebildiğimiz için küçük...
berlin'in ikinci el dükkanları bir harikaydı!birinde -bi bir çift bot bir çift deri bordo eldiven aldığım- bir türk kadını çalışıyordu ve ordaki her şey üste giyildiğinde önceki sahibin neler yaşamış olduguna dair ilginç hisler veriyordu...bizdekilerde bir çöp olma durumu varken ordakilerde kalite söz konusu.
bir diğerinde de bir çift çizme begendim çok pahalı oldukalrı için giriştiğim pazarlıktan hiç sonuç alamadan çizmelerle çıktım.
her yer bembeyaz ama hala bisikletliler ''pirilipirli'' sesleriyle dolanıyordu etrafta.
büyük bir alışveriş merkezine girdiğimde bir daha hiç bir yabancı şehirde alışveriş merkezine girmemeye karar verdim.
çok sıkıcıydı.gerçekten çok.
berlin genel olarak dilinizi konuşmakta zorluk çekmeyeceğiniz,bir tren haritası ve bir sürelik uyumdan sonra yaşayabileceğiniz bir şehir gibi gözükse de yabancılara karşı çok da samimi davranmıyor.
ve soğuk,o da istanbul gibi yosma olmasa da bir kadın en nihayetinde...
7 Mayıs 2010 Cuma
kavala
selanik-istanbul otobüs biletimi selanik-kavala'ya çevirmek pek de zor olmadı...kavalaya giden otobüsler pek kalabalık olmadığı için en önde hostes koltuğuna oturup yollarıfotograflamaya koyuldum,kavalaya yaklaştıkça yol kenarındaki minik ev gibi dekorlar gözüme çarpmaya başladı,bir süre sonra onların virajlarda konuşlanmış olduğunu farkettim,arkadaşımız nicos'un evine gittiğimizde öğrendim ki onlar tehlike bölgelerinde insanları kazalardan korumak için yerleştirilmiş minik şapellermiş...öyle sevimlilerdi ki...bir süre sonra yolda onları yakalayıp fotografını çekmek bir oyun halini aldı benim için,bir baktım ki gelmişim(:
nicos bizi
''hoşgeldin''
diyerek karşıladı...
bir iki alışverişten sonra evine giderken,ça
lıştığı kütüphane'yi gösterdi.evinin bir çok yerinde ortodoks mezhebine dair ikonlar ömer hayyam ve mevlana minyatürleri gördüm,bir çok fotograf bakıp istanbul da dahil olmak üzere bir çok şehrin kültür ve tarihinden bahseden zevkli sohbetler ettik,öyle ki ben gökseli unutup nicosla geçirdiğim vakitten muhteşem tat alır oldum,akşamında çıkıp kavala'yı gezerken,aslında türklerle yunanlıların ne kadar benzediğini ve iyi anlaşabildiğini,ama siyasal olarak bu barışın engellenmeye çalışıldığına kadar gelen bir türk-yunan dostluğu aldı başını gitti(:
güzel bir restoranda akşam yemeğimizi yine muhteşem yunan yemeklerinden tadarak geçirdik,bu sırada sohbet daha da koyulaştı.
mimar sinanın annesinin gayrimüslim olması sebebiyle fener rum patrikhanesinin korununuyor olmasından tut,hrıstiyan dinini yayan st.paul'un kavaladan yola çıkmış olmasına,ortodoksların nasıl mezhep ayrılığına sürüklendiğine ve bunu bizans döneminde yaşandığına kadar bir çok bilgi aktı beynime,biraz da yunan rakısı eşliğinde(:

kavala'nın yüksek yerlerinden onun izmirvari görüntüsünü izleyip,büyülendik,arabaya binip otobüsü bekledik.
günlerce buralarda kalabilirdim,kavalayı bir de gündüz gözüyle gezip daha çok fotograflar çekip,onunla sohbet ede ede dünyanın dört bir yanındaki şehirlere gidebilirdim ama bize ayrılan sürenin sonuna gelmiştik...
istanbul'da iki adet finalim kollarını açmış beni bekliyordu...

nicos bizi
''hoşgeldin''
diyerek karşıladı...
bir iki alışverişten sonra evine giderken,ça
lıştığı kütüphane'yi gösterdi.evinin bir çok yerinde ortodoks mezhebine dair ikonlar ömer hayyam ve mevlana minyatürleri gördüm,bir çok fotograf bakıp istanbul da dahil olmak üzere bir çok şehrin kültür ve tarihinden bahseden zevkli sohbetler ettik,öyle ki ben gökseli unutup nicosla geçirdiğim vakitten muhteşem tat alır oldum,akşamında çıkıp kavala'yı gezerken,aslında türklerle yunanlıların ne kadar benzediğini ve iyi anlaşabildiğini,ama siyasal olarak bu barışın engellenmeye çalışıldığına kadar gelen bir türk-yunan dostluğu aldı başını gitti(:
güzel bir restoranda akşam yemeğimizi yine muhteşem yunan yemeklerinden tadarak geçirdik,bu sırada sohbet daha da koyulaştı.
mimar sinanın annesinin gayrimüslim olması sebebiyle fener rum patrikhanesinin korununuyor olmasından tut,hrıstiyan dinini yayan st.paul'un kavaladan yola çıkmış olmasına,ortodoksların nasıl mezhep ayrılığına sürüklendiğine ve bunu bizans döneminde yaşandığına kadar bir çok bilgi aktı beynime,biraz da yunan rakısı eşliğinde(:

kavala'nın yüksek yerlerinden onun izmirvari görüntüsünü izleyip,büyülendik,arabaya binip otobüsü bekledik.
günlerce buralarda kalabilirdim,kavalayı bir de gündüz gözüyle gezip daha çok fotograflar çekip,onunla sohbet ede ede dünyanın dört bir yanındaki şehirlere gidebilirdim ama bize ayrılan sürenin sonuna gelmiştik...
istanbul'da iki adet finalim kollarını açmış beni bekliyordu...
3 Mayıs 2010 Pazartesi
thessaloniki
yunanistan selanik.
topraklarıma ayak basıp tek başıma başladığım yol,beni yine hemşehirlilerimle bir araya getirdi...yola çıkarken yalnız,dönerken yalnız,ama selanikteyken arkadaşlarımlaydım!otobüs arkadaşları.
göksel ve berfi.
berfi nedendir bilmem,sanırım gökseli benden kıskandığı için,başta çok sıcak davranmasa da bana, göksel(köksal mı demeli) hep sevgiyle baktı.
atatürkün evinin önünde insek de selaniki karış karış gezmek istiyorduk.
oteli arama bahanesiyle saatlerce yürüyüp sohbet ettik gökselle,berfinin buluşması gereken bir yönetmen vardı yanlış hatırlamıyorsam...
bir ara koyu sohbete dalmışken yanımızdan geçen mavi gözlü siyah saçlı kız kadar güzel bir kızı ben hayatım boyunca görmedim!
alışveriş mağazalarına bile girdik,david beckhamın bir parfümü çıkmış bir ara onu aradık,yerlere ağaçlara ışıklara bile çok dikkatli baktık.
otelimi buldugumuzda resepsiyonist bize bir harita verip,üstünde yerimizi işaretleyip mutlaka görmemiz gereken yerleri,gitmemiz gereken restoranları minik daireler içine aldı.bir kaleden bahsedildi ben selanik'e bir daha gitmek için bahanem olsun diye o kaleyi bıraktım onun dışında her yerini gördüm diyebilirim.
atatürkün evinde beyaz bir takım vardı.beyaz eldivenler,beyaz yelek,bana onun şıklığını bir kez daha hatırlatsa da evde çok fazla eşya kalmamıştı...yunan düşmanlığından değil de hepsinin dolmabahçeye getirilmiş olmasından kaynaklanırmış bu durum.
çıkıp yeniden berfiyle buluştuk önce eve girip yine sohbetler kahveler kurabiyeler sigaralar derken,ben kendimi selanikten ziyade çukurcumadaki arkadaşların evinde gibi hissediverdim.
hemen evin yanında ufak samimi(ki samimi kelimesi biraz samimiyetsiz kaçıyor buraya)
bir meyhaneye gittik bir uzo,bir çipura,bir ev yapımı kırmızı şarap,içine beyaz peynir doldurulmuş kırmızı biberler,patlıcan ezmesi yanında büftekler derken,yunan mutfağının bizim damak tadımıza(!) ne kadar benzediğini ama küçük farklılıkların ne büyük harikalar yaratabileceğini gördüm.
çok sevdim orayı.
eve giderken yolda berfi fena halde sarhoş olsa da kulaklarımızı çınlatan bitmek bilmeyen kahkahaları kimi zaman sinir bozucu olsa da doğallığı ve içtenliğiyle tavladı beni.
benimse dudaklarım şaraptan mosmordu,ama hala sigara içip göksel in ingiltere de çekmiş oldugu film üzerine,alevilik üzerine vs. sohbetler etmek gayet keyifliydi.
bi bira içmenin ve berfiyi gitmeyi planladığı sergiye hazırlanması için yalnız bırakmanın zamanı geldiğinde çıktık gökselle...bira içerken bana hayatının pike noktalarını anlattı..elimde ses kaydı olmasını istediğim o önemli anlardandı.zira artık hatırlayamamaktan korktuğum gibi,ondan etkilenmekten de korkuyordum.
bir şarküteride başlayıp,o marketin müdürlüğünden,prodüktörlüğe uzanan bir hayat;
umut dolu oldugunu sandığı bir adaya yol...hayalkırıklığı.
uyandığımda odamdaki televizyonu gece farketmemiş oldugu farkedip rastgele bi kanala bastım,yunan rock şarkıları karşıladı beni...selanikte oldugumu yeniden anladım,bu his beni daha bir çok defa farklı an ve yerlerde de yakalayacaktı...
sevinçle giyinip,dışarı çıktım,bugün selaniğin turistik değil yaşamsal yüzüyle tanışmak,fotograflamak istiyordum.
çiftçiler eylem yapıyorlardı sokaklarda,
iki tane yakışıklı genç ayaklarında upuzun sopalar!sohbetimiz-cilveleşmelerimiz(?)
horon tepen gelinlik giymiş adam.
aristotheles meydanı!
rüya gibiydi.
arka sokaklarda yıkık dökük binaların çöp yığınlarında oynaşan kediler...
bir afişte yüzünde türk bayrağı üstünde yunanca yazıları olan bir adam,o afişin önünden geçerken gökselin beni yeniden bulması...
''hadi'' dedi ''yarın gitme istanbul'a..kavalaya gidelim...''
ne diyebilirdim ki?
topraklarıma ayak basıp tek başıma başladığım yol,beni yine hemşehirlilerimle bir araya getirdi...yola çıkarken yalnız,dönerken yalnız,ama selanikteyken arkadaşlarımlaydım!otobüs arkadaşları.
göksel ve berfi.
berfi nedendir bilmem,sanırım gökseli benden kıskandığı için,başta çok sıcak davranmasa da bana, göksel(köksal mı demeli) hep sevgiyle baktı.
atatürkün evinin önünde insek de selaniki karış karış gezmek istiyorduk.
oteli arama bahanesiyle saatlerce yürüyüp sohbet ettik gökselle,berfinin buluşması gereken bir yönetmen vardı yanlış hatırlamıyorsam...
bir ara koyu sohbete dalmışken yanımızdan geçen mavi gözlü siyah saçlı kız kadar güzel bir kızı ben hayatım boyunca görmedim!
alışveriş mağazalarına bile girdik,david beckhamın bir parfümü çıkmış bir ara onu aradık,yerlere ağaçlara ışıklara bile çok dikkatli baktık.
otelimi buldugumuzda resepsiyonist bize bir harita verip,üstünde yerimizi işaretleyip mutlaka görmemiz gereken yerleri,gitmemiz gereken restoranları minik daireler içine aldı.bir kaleden bahsedildi ben selanik'e bir daha gitmek için bahanem olsun diye o kaleyi bıraktım onun dışında her yerini gördüm diyebilirim.
atatürkün evinde beyaz bir takım vardı.beyaz eldivenler,beyaz yelek,bana onun şıklığını bir kez daha hatırlatsa da evde çok fazla eşya kalmamıştı...yunan düşmanlığından değil de hepsinin dolmabahçeye getirilmiş olmasından kaynaklanırmış bu durum.
çıkıp yeniden berfiyle buluştuk önce eve girip yine sohbetler kahveler kurabiyeler sigaralar derken,ben kendimi selanikten ziyade çukurcumadaki arkadaşların evinde gibi hissediverdim.
hemen evin yanında ufak samimi(ki samimi kelimesi biraz samimiyetsiz kaçıyor buraya)
bir meyhaneye gittik bir uzo,bir çipura,bir ev yapımı kırmızı şarap,içine beyaz peynir doldurulmuş kırmızı biberler,patlıcan ezmesi yanında büftekler derken,yunan mutfağının bizim damak tadımıza(!) ne kadar benzediğini ama küçük farklılıkların ne büyük harikalar yaratabileceğini gördüm.
çok sevdim orayı.
benimse dudaklarım şaraptan mosmordu,ama hala sigara içip göksel in ingiltere de çekmiş oldugu film üzerine,alevilik üzerine vs. sohbetler etmek gayet keyifliydi.
bi bira içmenin ve berfiyi gitmeyi planladığı sergiye hazırlanması için yalnız bırakmanın zamanı geldiğinde çıktık gökselle...bira içerken bana hayatının pike noktalarını anlattı..elimde ses kaydı olmasını istediğim o önemli anlardandı.zira artık hatırlayamamaktan korktuğum gibi,ondan etkilenmekten de korkuyordum.
bir şarküteride başlayıp,o marketin müdürlüğünden,prodüktörlüğe uzanan bir hayat;
umut dolu oldugunu sandığı bir adaya yol...hayalkırıklığı.
uyandığımda odamdaki televizyonu gece farketmemiş oldugu farkedip rastgele bi kanala bastım,yunan rock şarkıları karşıladı beni...selanikte oldugumu yeniden anladım,bu his beni daha bir çok defa farklı an ve yerlerde de yakalayacaktı...
sevinçle giyinip,dışarı çıktım,bugün selaniğin turistik değil yaşamsal yüzüyle tanışmak,fotograflamak istiyordum.


horon tepen gelinlik giymiş adam.

aristotheles meydanı!
rüya gibiydi.
arka sokaklarda yıkık dökük binaların çöp yığınlarında oynaşan kediler...
bir afişte yüzünde türk bayrağı üstünde yunanca yazıları olan bir adam,o afişin önünden geçerken gökselin beni yeniden bulması...
''hadi'' dedi ''yarın gitme istanbul'a..kavalaya gidelim...''
ne diyebilirdim ki?
23 Şubat 2010 Salı
su sesi kadın sesi ayak sesi(:
seyahatim boyunca kaybetmemeyi başardığım defterime neredeyse her gün kayıt tuttum gördüklerimi,duyduklarımı söyledim.ama şimdi onalrı buraya geçirmek bir sekreterin bile yapmaktan nefret edeceği bir külfet,hem de onlar yalnız yazıldıkalrı anda gerçek duygularını taşıdılar,burada kaybolacaklar.
seyahatimi geride bıraktım,onu anlatmak artık ezberden konuşmaya benziyor,insanların bakışlarındaki hafif kıskançlık ve ''ben de ben de'' diyen ses tonu beni rahatsız ediyor.oysa ben hava atmak değil acısıyla tatlısıyla her şeyimi paylaşmak istiyorum onlarla.
güzelim ben,doğruyum da; herkesi kendim gibi sanmalarım bitmediği için hala seviyorum insanlık kavramını, hala benim için üstün hakları.
ama gördüm ki her ülke farklı bir insan türü yetiştiriyor kendi bünyesinde.ülke, ülke olmaktan çıkıp her şeyiyle bambaşka bir sistem örgüsü kurmuş,ayrı bir dünya haline gelmiş,insanlarını yoğurmuş,şekillendirmiş.
içinde ben yaşadığım için değil,objektif bakmayı öğrendiğim için bizim ülkemiz insanları bu kalıplara sığmıyor diyebilirim.
her ne kadar onlardan daha az eylem yapan,isyan eden,başkaldıran bir toplumcağız olsak da,ben bu ülkenin bir vatandaşı değil bir bireyi olarak görmekten kendimi alamasam da, bu renklilik beni gerçekten cezbediyor.
kendimi yalnız burda buluyorum,bu kalabalıkta,bu gökkuşağında kamufle olabiliyorum.istanbul tek başına bir devlet olsaymış,istanbullu derdim kendime.
ama biz hala bizden öncekilerin tanımladığı kategorilere ucundan kenarından uymasak da tam uyarmış gibi kendimizi yerleştirmeye bayılıyoruz.korkaklık aidiyet duygusunu beraberinde getiriyor.yalnızlıktan ürküyoruz,onu lanetliyor,öyle iken depresyona giriyoruz.hiç bir şeyin tadını o anda çıkarmamakta üstümüze yok.
ben daha çok gezmek,içinde bulunduğum dünyanın her bir noktasını görmek istiyorum.ama benim devletim beni başka ülke topraklarındayken de korumuyor.uluslararası sularda doğup dünya vatandaşı olmak lazımmış,hem de bana ancak suda doğmak yakışırmış.
belki başka bir günce detaylandırırım seyahatimi ve tecrübelerimi şekillendiren yazılar yazarım buraya,ama şimdi değil.şimdi hala süren istanbul seyahatimi yaşamaya dönmem gerek.
seyahatimi geride bıraktım,onu anlatmak artık ezberden konuşmaya benziyor,insanların bakışlarındaki hafif kıskançlık ve ''ben de ben de'' diyen ses tonu beni rahatsız ediyor.oysa ben hava atmak değil acısıyla tatlısıyla her şeyimi paylaşmak istiyorum onlarla.
güzelim ben,doğruyum da; herkesi kendim gibi sanmalarım bitmediği için hala seviyorum insanlık kavramını, hala benim için üstün hakları.
ama gördüm ki her ülke farklı bir insan türü yetiştiriyor kendi bünyesinde.ülke, ülke olmaktan çıkıp her şeyiyle bambaşka bir sistem örgüsü kurmuş,ayrı bir dünya haline gelmiş,insanlarını yoğurmuş,şekillendirmiş.
içinde ben yaşadığım için değil,objektif bakmayı öğrendiğim için bizim ülkemiz insanları bu kalıplara sığmıyor diyebilirim.
her ne kadar onlardan daha az eylem yapan,isyan eden,başkaldıran bir toplumcağız olsak da,ben bu ülkenin bir vatandaşı değil bir bireyi olarak görmekten kendimi alamasam da, bu renklilik beni gerçekten cezbediyor.
kendimi yalnız burda buluyorum,bu kalabalıkta,bu gökkuşağında kamufle olabiliyorum.istanbul tek başına bir devlet olsaymış,istanbullu derdim kendime.
ama biz hala bizden öncekilerin tanımladığı kategorilere ucundan kenarından uymasak da tam uyarmış gibi kendimizi yerleştirmeye bayılıyoruz.korkaklık aidiyet duygusunu beraberinde getiriyor.yalnızlıktan ürküyoruz,onu lanetliyor,öyle iken depresyona giriyoruz.hiç bir şeyin tadını o anda çıkarmamakta üstümüze yok.
ben daha çok gezmek,içinde bulunduğum dünyanın her bir noktasını görmek istiyorum.ama benim devletim beni başka ülke topraklarındayken de korumuyor.uluslararası sularda doğup dünya vatandaşı olmak lazımmış,hem de bana ancak suda doğmak yakışırmış.
belki başka bir günce detaylandırırım seyahatimi ve tecrübelerimi şekillendiren yazılar yazarım buraya,ama şimdi değil.şimdi hala süren istanbul seyahatimi yaşamaya dönmem gerek.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)